Günlük Doz: İstanbul

Thursday, June 29, 2006

Can boğazdan gelir

Ağır ağır boğaz tarafına gelmemin zamanı geldi de geçiyor bile. Benim gibi penceresiz bir odada çalışanlar için dünyada nasıl yerler olduğunu hatırlatayım.



Bana "Neden Boğaziçi Üniversitesi'ne dönmeyi düşünüyorsun?" diye soranlara verilecek en güzel cevap da bu olsa gerek.

Tuesday, June 27, 2006

Gel kuçu kuçu

Bu sabah evimin önünde minik bir komşum ile karşılaştım. Sincaplar New York'ta bile karşınıza çıkabilir, ne de olsa onlar Amerika'nın sokak köpekleridir.


Mahallede bir duvarda oturup gelene geçene laf atan, birisi cevap verse de kavga çıksın diye bekleyen mahallenin delikanlıları gibi davranır Istanbul'un sokak köpekleri. Halbuki Kurtlar Vadisi'ni izlemez sokak köpekleri. Sert görünüşleri, gelene geçene havlamaları aslında sadece görünüştedir, aslında kendilerince mahallelerini koruyorlardır. Ben gidip de okşayamam havlayan köpeği, ancak uzaktan uzaktan sevebilirim. Yakından sevmeye kalktığımda başıma birşey gelir, sakin bir cocker olan Aristo bile bir anda burnumu ısırdı, ben de arkadaşımın doğum günü partisinde burnumdan kanlar fışkırarak ortalıkta koşuşturdum yıllar önce. Halbuki küçükken korkmadan severmişim yolda bulduğum köpekleri, yandaki 30 yıllık resimdeki gibi.

Bizans'ın Istanbul'u sokak kedileri ünlü, köpekler Fatih ile beraber gelirler ve Istanbul sokaklarındaki bitmez tükenmez kovalamacaları başlar. Sokak köpeklerini 19yy'da Istanbul'a gelen Avrupalı yazarlar anlata anlata bitiremiyorlar. Jean de Thevenot Istanbullu zenginlerin vasiyetnamelerinde kasaplara sokak köpeklerini beslemeleri için para bıraktıklarını yazıyor. Sokakta uyuyan köpeği rahatsız etmemek için satıcıların yollarını değiştirdikleri yazılanlar arasında. Mahalleliler kendi sokaklarının köpeklerini düzenli bir şekilde besliyorlar. Hatta Istanbul kartpostallarında bile sokak köpeklerini buluyoruz o dönemde.


Batılılaşma hareketi ile köpeklerine savaş açar Istanbul yönetimi. Önce 1. Ahmed köpekleri Üsküdar'a sürmüş nedense. Daha sonra Galata'da sokak köpeklerinin saldırısına uğrayan bir Ingiliz turist yüzünden 2. Mahmut bütün köpeklerin toplatılıp Hayırsızada'ya konmasını buyurur. Halk ayaklanır, köpeklerini geri ister. Yeniçeri ocağını kaldıran padişah bu sefer geri adım atar, köpekler geri getirilir. Daha sonra Abdülaziz'de köpekleri Hayırsızada'ya gönderir. Hemen ardından büyük bir Istanbul yangını olur, halk ayaklanır "Bu yangın bize ceza olarak oldu" diye, padişah tekneleri yollar, köpekler tekrar geri gelir.

2. Abdülhamit döneminde ise köpekler yerine kuduzla savaşılır. Fransa'ya Pastör Enstitüsü'ne heyet göndererek, 10 bin altın bağışlanır. Dünyadaki üçüncü Kuduz Enstitüsü aşının bulunmasından iki yıl sonra 1887'de Istanbul'da açılır. 24 Temmuz 1908'de anayasa tekrar yürürlüğe girer, Ikinci Meşrutiyet dönemi başlar. Burada bir parantez açıp 24 Temmuz'un Hürriyet Bayramı olarak 1934'e kadar kutlandığını söyleyip parantezimizi kapatalım. Insanlara özgürlük gelir gelmesine ama köpekler o kadar şanslı değildir. 1910 yılında 80.000 (yazı ile seksenbin!) köpek bu sefer geri dönmemek üzere Hayırsızada'ya gönderilir. Kuduz bahane edilir, ama maksat sokakların evropalıların gözüne kötü gözükmemesidir. Bir sonraki Istanbul valisi (şehremini) Cemil Topuzlu aynı kafa ile devam eder, hatta gururla anılarına 30.000 köpeği katlettiğini yazar. Açık hava tiyatrosuna ismini veren vali Cemil Topuzlu aynı zamanda Gülhane Parkı'nı da kurar. Bugün Gülhane Parkı'nda gezerken aslanın hemen yanında üstünde "Kedi" ve "Köpek" yazan kafesler buluruz, dışarıda serbestçe dolaşan akranlarını üzgünce izler mahkumların gözleri .

Bir katliam da Habitat konferansı ile gelir günümüzde. Gene evropalılar beğensin diye sokaklardan toplanır sokak köpekleri, sokak kedileri, sokak çocukları. Kaldırımlar sökülüp iyice yükseltilerek tekrardan yapılır. Bir de sokaklarında kedisi, köpeği olmayan, hatta "Arabası olmayan ölsün" düşüncesi ile kaldırımı bile olmayan Amerikan şehirleri vardır. Bunlardan birinde yaşayan benim kendi evimde bile hayvan beslemem yasak, karşı çıkarsam evime girip kedimi köpeğimi alıp öldürme hakkını kendilerine vermişler.

Sokaklarda kedi yok dedim, haksızlık ettim. Üniversite evlerinin arkasındaki arboretumun bir köşesinde bir grup kedi görülebilir. Evlerinden kaçan ya da terkedilen bir grup kedi (feral cat) tekrardan doğaya alışmaya çalışmaktadır ve koruma altındadırlar. Beslemek isteyenler için başvurabileceğiniz bir numara bile vardır köşedeki küçük notta. Amerikalılar herşeye rağmen insanlarmış demek. Bir de kaçak kedilerin yemeklerini rakunlar ile paylaştığını da ekleyeyim buraya.

Istanbul'da terk edilen kediler için bir güzel sığınak Boğaziçi Üniversitesi'nin bahçesidir. Yandaki resimde bir arkadaşın kedileri Fatoş ile Yaman'ı artık yaşayacakları Boğaziçi ile tanıştırıyorum. Kediler tek başınadır Boğaziçi'nde, artık kovalayacak/oynayacak köpek kalmadı çünkü. 90'lı yılların karizmatik, deli ve üç bacaklı köpeği Korkut (Tripod) başta olmak üzere hızla kayboldular (!) üniversite bahçesinden. Bu arada kimi kediler evden sokağa gider ama Bıcır ile Venüs sokaktan gelip Istanbul'daki evime yerleştiler. Türkiye'ye gittiğimde artık ben onların evinde kalıyorum.



Bir köpeklere bir kedilere geçtik, son sözü Istanbul'a gelen Mark Twain'e bırakalım: "Hayatımda hiç bu kadar mahzun bakışlı ve kalbi kırık sokak köpekleri görmedim" (1867). Amerika'daki minik komşumun ise rahatı yerinde ve bu yazdıklarım ile ilgilenmiyor bile.

Monday, June 26, 2006

Gitmediğim, Gitsem de Giremediğim Müzeler

Müzeler kenti Istanbul'un artık bir de Modern Sanat Müzesi olmuş, ne güzel.


Ne yazık ki benim gittiğim gün erken kapanmıştı, sadece kapısına parketmiş NATO destroyerine bakan kafesinde kahve içebildim. Bir de Sabancı Müzesi'ndeki Picasso sergisi var. 250.000 kişi gibi Türkiye için hem şaşırtıcı, bir o kadar da sevindirici sayıda insanın ziyaret ettiği sergi ben gelmeden bitti. Halbuki yıllar önce Nişantaşı'nda taslak çizimlerinden oluşan sergisi nerede ise boş idi. Hemen buraya New York'taki Modern Art Müzesi'nden (MoMa) bir Picasso resmi ekleyelim, Avignon'lu kadınlar (Les Demoiselles d'Avignon, 1907).

Gitmeyi isteyip de gidemediğim müzeler listesine Istanbul Modern'i Koç'un Sanayi Müzesi'nin yanına ekledim böylece. Giremediğim bir başka müze olan Sanayi Müzesi'ne Sirkeci'den motora atlayıp Haliç içinden gidip, sonra teleferik ile Eyüp'e, Pierre Loti kahvesine çıkma planım bir kez daha zaman ayrılamadığı için gerçekleşmedi.

Son olarak da Dünya Müzeler Günü 18 Mayıs. Aynı akşam kimi müzeler gece 2ye kadar açık. Geceyarısı Ayasofya ya da Topkapı Sarayı içinde gezinme fikri çok keyifli (bir o kadar da ürkütücü aslında) gelmişti ama o akşam ikinci şişe şarap bitince artık kalkıp gidecek halimiz kalmamıştı.



Tabii bu noktada şunu da eklemem lazım, müzelere gidecek zamanı bulayan bendeniz, hiçbir kafeyi de kaçırmadım. Örneğin Ara Güler'in Galatasaray lisesi yanındaki Ara kafesi. Bu dozu da Ara ve Picasso'yu başbaşa birakarak bitiriyorum. "I have discovered photography. Now I can kill myself. I have nothing else to learn." Picasso

Sunday, June 25, 2006

Ne mermeri ulan mozaik

Son 5 yılımı küçük bir amerikan kasabasında geçirince Istiklal caddesinde herkese fenalık getiren kalabalıktan büyük bir keyif aldığımı itiraf etmeliyim. Istanbul'un en kozmopolit noktasıdır bence, yarısı başörtülü ise öteki yarısı punktır. Yüksek bir yerde oturup geçen insanları izleyerek bile saatler geçirebilir insan (Bunu yapan tek kişi ben değilim umarım!).

Istiklal, ya da eski adı ile Grand rue de Pera ya da cadde-i kebir, zamanda durmuş hissi vermesine rağmen durmadan değişen dinamik bir sokak. Eskiden beri değişim caddenin bir parçası, dolayısı ile nostalji de. Örneğin 1860 yılında Galata surları yıkılmış, 1870 yılındaki büyük Pera yangınında ise ahşap binaların çoğu yanmış. Lise yıllarımda ise cuma günü törenden koşarak çıkıp taksiye atlayıp tam da sinemanın önünde inip filme yetişirdik. Önce trafiğe kapandı, sonra tramvay geri geldi. Dikilen ağaçlar ile gayet güzel oldu bence.

Zavallı ağaçlar demem lazım bu noktada. Dikildikleri zaman fidan boyunda idiler, hatta "Bunlar ne kadar zamanda büyüyecek" diye düşündüğümü hatırlıyorum. Geçen ziyaretimde tam da mayıs sıcakları başladığı sırada budama adı altında kuşa çevirmişlerdi hızla boy atan ağaçları, insanlar güneş ve kalabalıktan baygınlık geçiriyorlardı. Bu yıl ise ağaçları yerinde bulamadım, çünkü çin graniti döşemek için hepsi sökülmüş ! Pardon, "Doğal Türk Graniti" diyecektim, çünkü 16 aydır devam eden kazılar sonunda konulan çin granitleri tam da işin bitme aşamasında belediyeden dönerek çin granitlerinin teker teker sökülmesine başlanmış. Bütün kışı çamur içinde geçirenler ise şimdi sıcak ve toz içerisinde kazı makineleri arasında dolaşıyorlar. Bu noktada Istanbul'un birçok yeri gibi "Buralar eskiden bağlık bahçelikti" diyebiliriz, çünkü 14yy'da Ceneviz yerleşmesi iken burası "Pera Bağları" diye geçer.

Eski Fransız Hastanesi'nin yerindeki Fransız Konsolosluğu ise gerek anıtın ve tramvay durağının kalabalığından gerek de Fitaş'ın bangır bangır müziğinden kaçanlar için alternatif buluşma noktasıdır. Bu noktada Amerikan ve Fransız konsolosluklarını karşılaştırmadan edemeyeceğim. Istinye'de bir tepe üstünde kale şeklinde yapılmış yeni Amerikan konsolosluğu 9/11 sonrası Amerikan paranoyasının bir anıtıdır, iki hafta önceden 16 dolar ödenerek telefon ile alınan randavu sonrası en az üç kontrol noktasından geçerek girilir içeri. Fransız konsolosluğu gerek film gösterimleri, gerek içerideki güzelim kafesi ve bahçesi ile Istiklal'e yakışan bir kültür elçiliğidir.

Eskiden insanların ceket kravat olmadan çıkmadıkları Istiklal'i terketmeden önce Orhan Pamuk'un Istanbul kitabından ilginç bir uyarı ile bitirelim bugünkü dozumuzu: "... Istanbul'da doğru düzgün yürümesini bilmeyenlere kendi meselemizi hatırlatalım: Sokaklarda ağzı açık yürümeyin" (1924)



Not: Bugünün doz resmine dikey bakmak bazı insanlarda başdönmesi yapabilir, uyarmadı demeyin [ dikey ]

Saturday, June 24, 2006

Kız Lokantası

Gerçek ile efsanenin birbirine karıştığı bir başka Istanbul simgesi Kızkulesi'ne uğrayalım bu gün de.


Kimi yerlerde Leander's Tower olarak geçer Kızkulesi, Leander ve Hera'nın hikayesinden. Leander Hera'ya olan aşkından her gece yüzerek karşıya geçer Hera'nın tuttuğu fenere doğru. Bir gün rüzgardan fener söner, Hera tekrar tekrar yakar ama rüzgar izin vermez. Işığa yüzen Leander ise günümüzde olsa bir rus bandıralı şilebin peşinden Karadeniz'e doğru yüzerdi elbette ama hikayemizde boğulup gider. Gelgelelim Sunay Akın Istanbul'un Nazım Planı'nda bu efsanenin aslında Çanakkale boğazında geçtiğini anlatır.

Diğer bir hikayenin ayrıntılarını gene Sunay Akın'dan alalım. Makedon ordusuna karşı Bizans'a destek olmak için Istanbul'a gönderilen Atinalı general Chares'in karısı Damalis gemide ölür ve Kızkulesi'ne gömülür. Başucuna ise bir inek heykeli konulur! Kimi kaynaklara göre aslında Salacak'a gömülüdür Damalis, ama 1852de Istanbul'da 70 gün kalıp Constantinople adlı gezi kitabını yazan Theophile Gautier gidip de görmüştür Kızkulesi'ndeki mezarı. Kitabesinde mezarına neden inek heykeli konulduğu sorusunun cevabını buluruz, Damalis'in takma ismi küçük inek anlamına gelen Boidion'dur çünkü.

Tabii ki herkesin bildiği en ünlü hikayede bir falcı tarafından yılan sokması ile öleceği öngörülen Bizans kralının kızı Kızkulesi'ne kapatılır. Bu önleme rağmen kehanet gerçekleşir ve bir üzüm sepetine saklanmış yılan kızı sokar ve öldürür. Diğer bir hikayede ise üzüm sepeti çiçek demeti olur ve kıza aşık bir subay tarafından gönderilir. Evliya Çelebi ise farklı bir hikaye anlatır, tekfur (o da ne?) kızını Kızkulesi'ne saklar, ama Battal Gazi 40 bakireye tapmaya bal yanaktan tatmaya gelip kızı alıp Afyon'a kaçar.

Iki kıta arasına sıkışmış yanlız bir adadır Kızkulesi ve hep bana etrafında dolanan gemilerin, şileplerin arasında çaresiz gözükmüştür. Halbuki her zaman çaresiz değildi adamız, rus deniz ressamı Aivazovski'nin 1848de yaptığı tabloda Istanbul'un önünde kale gibi durmaktadır. Aslında böyle durmasına şaşırmamalı, çünkü 12yy da buraya kurulan kule ile Topkapı sarayının bugünkü yerinde kurulan ikinci bir kule arasına zincir gerilerek gemilerin girişleri kontrol edilmiştir. Resimde açıkça ağaç olmadığı görülüyor, zaten kayalık adada ağaç yetişir mi dersiniz. 1696'da çizilen bu haritadaki ağaçlar acaba haritacının hayal gücü eseri midir?





Istanbul manzarası içerisinde önemli bir parçadır Kızkulesi. Elektra da öyle düşünmüş olacak ki gizli üssünü Kızkulesi'nin altında kurar ve Rusya'dan çaldığı nükleer denizaltıyı Kızkulesi'ne parkeder. Elektra da kim diyeceksiniz, Bond filmlerindeki ilk kötü kadın ana karakterdir. The World Is Not Enough filmi ile Istanbul'a gelen Bond'un ilk ziyareti değildir bu, daha önce de From Russia With Love filminde genç Sean Connery Istanbul'a gelmiştir Bond olarak.

Henüz lokanta olmadan önce bir fotoğraf sergisi bahanesi ile gitmiştim Kızkulesi'ne. Kafamda hangi akılla Kızkulesi'nde Kızkulesi fotoğrafları sergisi düzenlenmiş olduğu sorusu ile manzarayı izlerken bir gariplik hissetmiştim. Eksik bir şey vardı sanki. Tabii ki eksik bir şey vardı, Kızkulesi'nin kendisi... Böylelikle giderayak Eyfel kulesindeki Maupassant'a gönderme yapıp bu dozu bitireyim.

Friday, June 23, 2006

Anıt Şeref Defteri

Taksim'e girişte bizi bir de Taksim Cumhuriyet Anıtı karşılar, önünde buluşacakları kişileri bekleyenler, fotoğraf çekmek için müşteri avlayan sokak fotoğrafçıları (hala çektiren kaldı mı ki), kız kesen üçlü beşli ergen liseli gruplar, şaşkın turistler, simitçiler ve çevik kuvvet arasında.


1925 yılında yapılmasına karar verilen heykel için halktan bağış kampanyası yapılır, bağışta bulunan kuruluşlar arasında Nestle Çikolata Şirketi de var, tam 40 lira ile (gene reklam aldım, gelsin paralar). Jak Deleon'un Bir Beyolu Gezisi'nden Milli Eğitim Bakanlığı'nın heykellerin başı açık ya da güncel üniforma ile kalpaksız yapılmasını istediğini öğreniyoruz. Anıt kurulu ise bu öneriyi reddederek kıyafetlerin temsil ettikleri dönemlere uygun olmasında ısrar eder.

Parçaları Italya'da yapılıp, Istanbul'a vapurla getirilen bronz heykel, Taksim Meydan'ında monte edilir. Açıldığı gün gece yarısına kadar akın akın insanlar gece aydınlatılan heykeli görmeye gelirler. Bu arada, anıtın dar yüzeylerindeki tabana yakın mermer tekneleri ile anıtın aslında bir meydan çeşmesi olarak tasarlandığı da söylemeden geçmeyeyim.

Bir de Şeref Defteri varmış meğer anıtın, ilk imzalı yazı 30 Ağustos 1936'da yazılmış. Orgeneral, Korgeneral derken en son imzalar o dönemin en başarılı üç öğrencisine ait. Gelgelelim zaman içerisinde öğrencilerin imzaları silinip okunmaz olur, tıpkı kaidenin üst bordüründe bulunan Italyan heykeltraşın ismi gibi. Ismi silinmiş olsa bile Pietro Canonica kendisini Atatürk'ün yanındaki askerlerden biri olarak koymayı ihmal etmemiş neyse ki.

Thursday, June 22, 2006

Aya Triada

Sirkeci ve Eminönü taraflarını bırakıp Taksim'e çıkalım, girişte bizi Aya Triada kilisesi karşılasın.


1870'deki büyük Pera yangını ile Istiklal'deki bir çok bina ve girişindeki ahşap Ayios Yeoryios kilisesi yanar. Yerine 1880 yılında Aya Triada rum ortodoks kilisesi kurulur. Çanları rus yapımı kilise Istanbul'daki en büyük ortodoks kilisedir. Hemen önündeki Hacı Baba (!) lokantasında iskender yoktur ama güzel yemekleri vardır ve bahçesi kilisenin ki ile yanyanadır (gelsin reklam gelirleri). Etrafındaki arazide kiliseye ait olduğu için önündeki diğer lokantalar, lokumcular vs gibi kiliseye kira ödemektedir. Özellikle gece giderseniz neo-gothik tarzda yapılmış kilisenin karanlıklarından çıkan vampirlerin kebabınızı ya da garsonlardan birini kapacağını hayal edebilirsiniz rahatça...

Mimar Vallaury

Geçen dozun benim için ayrı bir yeri var, çünkü bir Istanbul Erkekli olarak oralar bizim arka bahçemizdi. Istanbul'un en güzel binalarında birinde okuduğumu ise tabii ki o yaşta farkedecek durumda değildim. Bankalar caddesinde Osmanlı bankası binasinda (artik Osmanlı bankası da yok, Garanti olmuş ben yokken) bir sergiye gittiğimizde ise iç mekanlarının lise binama ne kadar benzediğine şaşırdım. Aslında şaşırmamam lazımmış, dönemin ünlü mimari, doğma büyüme Istanbullu Vallaury iki binanın da mimari. 1840 depreminden sonra Istanbul'a bir çok önemli bina ekleyen Vallaury hakkında daha çok bilgiyi bu yazıları okuyan mimarlara bırakıp bu iki binaya daha yakından bakalım.


Osmanlı bankası para basmak, Osmanlıya yeni borçlar bulmak ve onların hesaplarının tutulması amacı ile kuruluyor. Tabii borçların ödenmesi para sıkıntısı yüzünden geciktikçe alacaklılar sabırsızlanıyorlar. Böylece 1881'e ve düyunu umumiye'ye geliyoruz, borçların karşılığında bazı devlet gelirlerine el koyarak kendi parasını kendi almak amaçlı kuruluyor, bir tür haciz kurumu aslında ve bugünkü Istanbul Lisesi binasında yer alıyor. Koca koca kasaları, bodrum katındaki şapeli, girişi kapalı tünelleri ile saklanmaç oynamaya çok elverişli bu binada az zaman geçirmedim doğrusu.


Vallaury'nin diğer ünlü binaları arasında Arkeoloji Müzesi ve Pera Palas oteli de var. Istanbul'un ilk elektrikli asansörünün bulunduğu bu otel Orient Express yolcuları için yapılmış. Yolculardan Agatha Christie'nin 411 nolu odada kaldığı bilinir ama ünlü casus Mata Hari'nin de misafir olmuş olduğu pek bilinmez. Mata Hari yöre danslarını öğrendiği Java ve Sumatra'dan ülkesi Hollanda'ya dönerken mi uğramıştır Istanbul'a bilemiyorum ama herhalde daha casusluk mesleğine başlamamıştı. Casus demişken aynı dönemlerde Istanbul'da ki bir başka casusun Pierre Loti olduğu iddia edilir. Eyüp'e yerleşen Ulien Viaud Tahiti'de kendisine pembe yanakları yüzünden takılan Loti ismini kullanmıştır kitaplarını yazarken. Aziyade kitabinda kitabın ana karakteri fransiz, mistik Istanbul'a gelir ve gizemli doğulu Aziyade'ye aşık olur. Bu kurgusu ile oryantalist romanın tam da tanımı gibidir, hayliyle Edward Said'in Oryantalizm kitabının kapağında Pierre Loti'nin fotoğrafı pek de başarılı bir seçimdir.


Aziyade'nin yanı sıra Loti'nin aynı kurguyu Japonya'da tekrarlandığı diğer bir kitabının Puccini'nin Madam Butterfly operasına ilham kaynağı olan eserlerden biri olduğu söylenir. Bir de Cronenberg'in M Butterfly filmi vardır, burada M belirsizce mösyödür aslında. Filmde Jeremy Irons'un sevgilisi olan geyşa filmin sonunda erkek bir casus çıkar. Pierre Loti ne kadar Jeremy Irons'a benzer bilemeyeceğim ama bu film ile bir benzerliği vardır. Murat Bardakçı'ya göre Aziyade aslında çarşaf içinde bir erkektir ve Loti'nin Fransa'daki fotoğraf kolleksiyonu buna kanıttır (Hürriyet, 7 Eylül 2003).


Bir yumak içerisinde Vallaury'nin yaptığı otelde kalan Mata Hari gibi casus olduğu iddia edilen Loti'nin yazdığı kitaptan esinlenen Puccini'nin operasının filmini farklı bir yorumla çeken Cronenberg'e yuvarlandık, yumağımıza son bir ilmek daha atayım ve Madam Butterfly'ı besteleyen Puccini'nin Mata Hari'ye aşık olduğuna dair bir dedikodu ile bu yazıyı bitireyim...

Pazar pazar pazarlarda gezinelim

Aslında Galata kulesinden Kızkulesi'ne uzanmak lazım, ama şu haberi görünce dayanamadım

"Erdoğan'dan gözdağı: Eminönü'nü boşaltın! Başbakan, tarihi yarımadadaki imalathanecilere gözdağı verdi: Artık İkitelli'ye taşının, burada durmayın, duramayacaksınız. Gerekirse zorla yapacağız. İmalathaneler gidecek, Eminönü turizmin merkezi olacak [...] Eminönü ile ilgili birçok hedefimiz var. Birçok tarihi eseri şu andaki işlevinden çıkarıp, bunları otele dönüştürelim diyoruz. İmalathaneleri çıkarıp burayı tamamıyla turizmin en hareketli merkezi haline getirelim istiyoruz." [radikal]


Tabii bu kafaların almadığı konu Eminönü'nün en turistik özelliğinin pazarları, bakırcıları, küçük dükkanları, hatta kaçak malları ve kalabalığı olması.

Ayasofya II

Ayasofya'yı bir günde geçmek mümkün değil, şu fotoğraf ile devam edeyim.


Peki Istanbul laleleri ile buluşmuş mudur? Öncelikle bu buluşmanın zaten mümkün olmadığını söyleyelim, çünkü lale devrinin ve zevkü sefanın simgesi olan çeşit çeşit lalelerden biri olan Istanbul lalesi, devri kapatan Patrona Halil isyani ile yok edilmiştir ve elimizde hangi türlerin çaprazlanması ile elde edildiğine dair bir kayıt olmadığından soyu resmen tükenmiştir. Ben minik ve kısa saçlı iken (teee ne zaman), Şair Nedim ilkokulunda her türlü kutlamada krapon kağıdından keserek yaptığımız sivri uçlu lalelerin Istanbul lalesi figürü olduğunu ben de daha yeni öğrendim. Bu arada okulun damına çıkmamıza hiç izin vermediklerini ekleyerek sevgili Istanbul belediyesinin bu yıl 1 milyon YTL harcayarak diktiği 3 milyon lalenin akibetine bakalım. Bir uçtan dikilen laleler, öteki uçtan sökülerek şehrin her köşesinde "Abe yanındaki kıza alasın yakışıklı oğlum" şeklinde satılmış, kalanlar ise lalelerin çok nazlı olduğu düşünülmeden dikildikleri için balkanlardan gelen ilk soğuk hava dalgası ile yamularak iki hafta içinde kuruyup gitmisler. Bu yenilgiden sonra belediye hızla yerlerine rengarenk başka çiçekleri dikerek kurtarma yazılısından geçmeye çalışmıştır.



Ben kişisel olarak çiçekleri apartman yöneticisi emekli top. albay gibi renk, boy ve çeşitlerine göre mangalara ayırarak dikiyor olmalarına üzüldüm, keşke biraz karıştırsalardı....

Galata Kulesi

Galata kulesini gördük geçen dozda, bari oradan devam edeyim. Kulemiz Bizans tarafından ahşaptan fener kulesi olarak 6yy'da yapılıp daha sonra Cenevizlilerce galata surlarının en yüksek burcu olarak 14yy'da taştan tekrar inşa edilir. Hangi galata surları diyeceksiniz tabii, 1860 yıllarındaki restorasyonda surlar yıkılır ve çevresini saran derin hendek doldurulur, gelgelelim 10 yıl sonra rüzgardan çatısı uçar. Ilk yapıldığında kule burcu şeklinde olan Galata kulesinin çatısı zaten yüzyıllar boyunca bir öyle bir böyle yapılır. 1960 yılında üzerindeki çatlakları ile tehlikeli olmaya başlayan kule, tekrar restore edilerek 100 yıl önceki restorasyondan önceki haline geri döndürülür, koni şeklindeki çatısı kondurulur. Kule burcu, zindan, rasathane, yangın gözetleme kulesi ve günümüzde de aşık olduğu kız kulesi ile aynı kaderi paylaşarak lokanta olmuştur.

Kendi arzusu ile atlayan iki kişi vardır kuleden, bir tanesi kanatları ile Üsküdar'a süzülürken, Avusturyalı olanı kafa asağı düşer eskiden avlunun olduğu yere....

Ayasofya

Bugün aktörümüz bu günlerde "kim kırmızıya boyadı, kim boya parasını ödedi" şeklinde basında geçen Ayasofya. MS200 yıllarında yapılan ilk tapınak yıkılır, ikincisi de yanar. Mimarlari Anthemius of Tralles ve Isidorus the Elder olarak geçiyor. 532-537 yılları arasında restore edilerek aşağı yukarı bugünkü şeklini alır. Bir yerde bir yüzünün cam olduğunu okumuştum, şimdi kaynağı hatırlamıyorum. Ilk yapıldığı zaman, içine girenler hem büyüklüğü, hem de camdan giren ışık ile o noktada imana gelir, hatta düşüp bayılanlar olurmuş. Bu noktada bizans mimarisinde çok katlı ilk bina olduğunu ekleyelim, büyüklüğünün insanlar uzerindeki etkisi açısından. Bir çok Istanbul depreminin birisinde cam duvar yıkılınca yerine duvar yapılmış.

Yapıldığı zaman dünyanın en büyük katedrali olur ve bunu 1000 yıl (yazı ile bir milenyum) boyunca korur. Yapılan en büyük kubbeye sahiptir ve bir iddiaya göre Selçuklularda düz olan cami tavanları Ayasofya'yı geçmek amacı ile kubbe yapılmaya başlar. Kubbesi ardarda depremlerde yıkılır, tekrar yapılır, sonunda Mimar Sinan'ın yaptığı destekler ile günümüze kadar yıkılmadan gelir. Deprem dedik, camiye çevrilirken yapılan minareler tekrar tekrar yıkılır, o yüzden 4 minaresi birbirine benzemez. Mimar Sinan hırs yapar, once Süleymaniye ile eşdeger (ama azıcık daha küçük) bir kubbe yapar, daha sonra Selimiye ile kubbe liderliğini alır....

Ben yıllarca kırmızı olarak gördüm, benim icin rengi Ayasofya'yı çağrıştıran özelliklerden biridir ama artık temizlenmiş !

500 yıllık hatır

Dünyanın ilk coffeeshopu Istanbul'da 1475 yılında açıldı, Kiva Han. Her ne kadar müşterilere kahve sunuluyorsa da bildiğimiz anlamda ilk coffeehouse/kahvehane 1530'da Şam'da ve 1545'de Istanbul'da açıldı. Söylenceye göre Viyana sınırlarından başarısızlıkla dönen Osmanlı ordusunun geride bıraktığı malzemeler arasinda kahve çuvalları da vardı, ve avrupada ilk kahvehaneler Viyana'da açıldı. Kahveden bu kadar bahsettik, yanında croissant iyi gider, onun da Inebahtı savaşında Osmanlı donanmasının yenilmesi şerefine icat edildiği hikayesini ekleyerek günümüze gelelim ve asıl yenilgimize bir bakalım



Dipnot: Ne böyle bir şey yapmak amacı ile Istanbul'u dolaştım ne de özellikle fotoğrafı çekilmesi gerekli (!) şeyleri kovaladım. Buraya yazdıklarım da oradan buradan topladığım, kimi zaman kitaplardan baktığım, yer yer de nereden hatırladığımdan emin olamadığım yalan yanlış bilgi kırıntılarından derlenmiştir. Hatta atıyor bile olabilirim. Baştan söylemiş olayım.....