Günlük Doz: İstanbul

Wednesday, July 12, 2006

Jonathan ve arkadaşları

Istanbul'un bir yakasından ötekine gidip gelen yanlızca vapurlar değildir, onları çırtlak sesleri ile martılar takip eder. Her ne kadar simit ile besleniyormuş gibi gözükseler bile aslında buldukları herşeyi yerler. Istanbul'un kenarlarında ki çöp dağlarında bağrışları yankılanır gece gündüz. Cırtlak bağırtıları rahatsız eder, kimisi laser pointer ile kovalar terasından, kimisi elinde sopa ile korkutur havuzundan.


Gece dedim, martıları Istanbul'u köşe bucak saran gökdelenlerin etrafında izleyebiliriz geceleri. Binadan yükselen sıcak hava akımları ile dönerek yükselerek etrafında, ben de hep bir Gotham City çağrışımı yaparlar nedense.

Martıların yanında karabataklar da uçar boğazda, yanlız uçmak mı, dalış yapıp sudan balık kapışlarına denk gelebilirsiniz her an. Sıcak denizlere inmeyi yalnız Ruslar değil, boğazdan sürüler halinde akan balıklar da ister, kimisi karabataklara yem olurken, kimisi de boğaz boyunca mevzilenmiş balıkçılara yakalanır. Eskiden kıyı boyunca dizili balık-ekmekçiler ise taze tutulmuş balık değil genelde donmuş balık satardı, artık onları da kaldırdılar zaten.


Balıklarımız binbir tehlike altında boğazı geçerler, ama en azından artık foklardan korkmalarına gerek yoktur. Evet, fok dedim. 1960'lı yıllara kadar fok balıkları Istanbulda yaşıyorlardı. Tuzla ve Adalar kıyılarında üreyen fokların bir kısmı boğazdaki koylarda yaşardı. Hatta yalı iskelerinin altında foklara yem bırakmak için yerler olurdu. Yavru iken yakalan foklara Galata köprüsünde gösteri yaptırılırdı, örneğin 1960a kadar Eminönü ayağında gösteri yaparmış Yaşar. Gerek kirlilik, gerek şehirleşme ile Istanbul fokları tarihe karıştı artık. Yanlız fok mu, en son yunus Istanbul'da ne zaman görüldü acaba, 16yy'da boğaz'da yunusların 200-300'lük sürüler halinde görüldüğü anlatılıyor. Istanbullu balıkçılar balıkları ağlarına sürdükleri için yunusları avlamaz, uğurlu sayarlardı. 1950lerde ise Karadeniz'de zıpkın ile avlanmaya başlanınca gerek Karadeniz'de gerek boğazda yunus neredeyse kalmadı.

Kalan yunuslar zaman zaman ada vapurlarına eşlik ederler zıplaya zıplaya. Fok ve yunustan sonra diğer bir deniz memelisi olan balinayı Moby Dick'te buluruz. Hayır, Kaptan Ahab'ın peşinde koştuğu beyaz balina Moby Dick'ten bahsetmiyorum, kitapta 10. yy'da Istanbul'da gemilere saldıran bir balinadan da bahsedilir. Herman Melville 1856'da gelir ve 6 gün kalır Istanbul'da, ama gemisine saldıran bir balina olmaz. Gene de Melville çok da yanılmaz Istanbul'da bir balinadan bahsederken, Sunay Akın'ın Kule Canbazı kitabında Ahmet Mithat Efendi'nin Bizans döneminde kıyıya vuran bir balinadan bahsettiğini öğreniyoruz. Aydın'dan yüzlerce yıl önce Istanbul'u ziyaret eden bu bahtsız akrabası kutsal sayılıp iskeleti Sarayburnu'nda kale duvarına asılır. Osmanlılar kule onarımı sırasında indirirler ama aynı yıl denizden balık çıkmayınca uğursuzluk geldiğine inanan balıkçıların isteklerini kırmamak için bulunabilen kemikler kale duvarına tekrar asılır.

Kendi kıyılarımızda, hatta adı foktan gelen Foça'da, hızla soylarının tükenmesine seyirci kaldığımız foklar Kanada'nın avlama sınırlamasını kaldırması ile dünyada da tükenmektedirler. Hem de derilerine zarar gelmesin diye sopa ile kafalarına vurula vurula öldürülmektedir. Böylece 1896da Martı oyununu yazan Anton Chekov'a da gönderme yaptım, ne de olsa ilk paragrafta gösterdiğim silahı, son paragrafta kullandım!

Friday, July 07, 2006

Sırat Köprüsü

Şimdi üçüncüsünün kondurulması planları yapılırken biz dönüp orjinal boğaz köprüsüne bakalım.


Yıllarca İcraatın İçinden programının jeneriğinde ve bütün Türkiye tanıtım filmlerinde mühendislik harikamız olarak gururla gösterdiğimiz ve aslında Ingiliz Gilbert Roberts'ın dizaynı ile Alman Hochtief şirketince yapılmış olan köprümüz 30 Ekim 1973te 3 yıl süren bir inşaat sonrası açılmıştır. 20-25 yılda bir değiştirilmesi planlanan çelik halatlar hiç değiştirilmemiş, halatlardan biri kopunca "tamir" edilmiştir.


Köprünün üstünde yaya yolu vardır, bacaklarında asansör vardır, ama kimseyi sokmazlar bir türlü. Tek şansınız Ekim ayında düzenlenen Avrasya Maratonu'na katılmaktır köprüyü yürüyerek geçmek için. Halbuki 1883te NYde yapılan Brooklyn Köprüsünde yürüyüş yolu vardır, oturup manzara izlemek için yerler bile vardır köprünün ortasında. Ben üzerinde arabaya binmiş kedi gibi oldum, ayaklarımın altında fıldır fıldır sallanması çok rahatsız etti.


Avrasya Maratonu'na katılanlar da köprünün sallantısından oldukça rahatsız olurlar, insana hiç sağlam hissi vermez. Köprünün açılışı sırasında dönemin UNICEF büyükelçisi çocuklar ile köprüyü yürüyerek geçmek ister, ama kalabalık yüzünden sallanan köprüye bir şey olur korkusu ile yürüyüş engellenir. Sallanarak yıkılan ünlü bir köprü vardır bütün belgesellerde gözüken. Galloping Gertie adı takılan Tacoma Narrows köprüsü bir mühendislik hatasıdır. Vadideki rüzgar ile salınıma başlayan köprü yapıldıktan 4 ay sonra yıkılır. Halbuki düzenli aralıklar ile açılacak delikler ile köprünün rezonansa girmesi engellenilebilirmiş aslında.

Çocuklar ile beraber boğaz köprüsünü yürüyerek geçmek isteyen UNICEF büyükelçisini yaşıtlarım pazar konserlerinden tanır. Komedyen Danny Kaye'in New York Filarmoni orkestrası ile yaptığı konser/gösteri sık sık tekrar gösterilirdi. Tek kanal dönemi olduğu için biz de oturup izlermişiz demek, görünüyor ki tek kanal öyle de kötü birşey değilmiş. Özellikle Danny ile Zubin Mehta'nın atışmalarını hala hatırlarım. Danny Kaye'in benzer bir şekilde operayı sevdirmek amaçlı bir gösterisi daha vardı ama hiç sonuna kadar dayanamamışımdır.

Boğaz köprüsü açıldığı zaman masraflarını çıkardıktan sonra bedava olacağı reklamı yapılmış, 4 yılda masrafını çıkardığı halde tatlı gelirinden vazgeçilememiştir. Bu yıl da artık para ile geçişler kaldırılmıştır, artık sadece OGS ve KGS ile geçiş yapılmaktadır. Halbuki bir tane bile olsa para ile geçiş imkanı bırakılsa idi keşke, kaza ile girenlerin ceza ödemekten başka seçeneği yok şu anda. Geçiş parası yüzünden yapılan kavgalar yeni değildir, 1883te padişahın kayık ile geçiş parasına yaptığı zamma kızan Keraban Ağa yanında Hollandalı ziyaretçisi ile beraber boğaz geçişine fahiş para ödeyeceğine Karadeniz'i dolaşmayı yeğler!

Keraban Ağa yaşamış birisi değildir elbette, Jules Verne'in İnatçı Keraban Ağa (kéraban-le-tetu) kitabının kahramanıdır. Pek insan bilmez bu kitabı, ben ilkokulda bir Jules Verne hastası olarak bulduğum bütün kitaplarını okuyorken denk gelmişim demek. Aynı yaşlarda defterlerimi Jules Verne ile Zihni Sinir arası mekanik aletler ile dolduruyordum, kendi Kitab-ül Hiyel'imi (İhsan Oktay Anar) yapıyordum. Ne yazık ki o dönemde Jules Verne'in sadece macera içeren kitapları yayınlanıyordu çocuk kitabı olarak, daha karanlık ve disütopik kitaplarının yayınlanması yıllar aldı. Keraban Ağa'ya geri dönersek Hollandalı misafiri de yanında olarak bütün Karadeniz'i dolaştıktan sonra geçiş parasını ödemeden ulaştığı Anadolu yakasında kuzeninin düğününün Avrupa tarafında olacağı haberi ile karşılaşır. Tekrar bir Karadeniz turu atacak zaman yoktur bu sefer, boğaza gerilmiş bir halat üstünde bir cambaz onu el arabası ile karşıya geçirir kitabın sonunda!


Peki Istanbul'un ünlü cambazları boğazdan karşıya geçebilirler mi? Sunay Akın Kule Canbazı kitabında buna imkan olmadığını söylüyor. 1680 yılında 7 teknenin direklerinden geçen ip ile Canbaz Şahin Bey Haliç'i bir uçtan bir uça yürür ama aynısını boğazda tekrarlayamaz. Akıntı yüzünden gemileri sabitlemek mümkün değildir çünkü! Aynı kitaptan bir başka ilginç ayrıntı ise Dikilitaş'a tırmanış yasağıdır. Şehzade Mehmet'in sünnet düğününde gösteri yapan cambaz Dikilitaş'a tırmanırken düşer ölür. Onun ardından ikinci bir cambaz gelir, o da düşünce padişah III. Murat Dikilitaş'a tırmanışı yasaklar. Yasak olmasa günümüzün cambazları olan kaya tırmanıcılarımız ne kadar başarılı olurdu acaba?

Thursday, July 06, 2006

Vapurumu vermem



İlk önce dolmuşlar gitti, şimdi de vapurlar gidiyor. Istanbul kişiliksiz, sıradan herhangi bir şehir olma yolunda bir adım daha atıyor. Evet, dökülüyorlar. Anlıyorum, bakımları çok pahalıya geliyordur. Tamam, ekonomik değiller. Fakat yeni bir denizotobüsü filosu almaya harcanacak para ile modernize edilip daha yıllarca kullanılamazlar mı? Aynı şeyleri dolmuşlar kaldırılırken de düşünmüştüm. '50 model Şevroleler yolcu taşıma işlerine bir tek Küba'da devam ediyorlar.

Tanzimat dönemine kadar Istanbul yarımadasından dışarı pek yayılmamıştı, boğaz ise yolu bile olmayan balıkçı köylerinden ibaretti. Canlanan ekonomi ile beraber boğazda yazlık villalar yapılmaya başlandı, ama ulaşım daha çok kayıklar ile yapılıyordu. Biri Ingiliz, biri Rus iki şirket birer vapur işletmeye başlayınca ulaşım süresi yarıya iner. Kapitülasyonlar yüzünden bunlar engellenemeyince rakip olarak devrin denizcilik idaresi kendisi de bir vapur işletmeye başlar. Bu atılım ile Osmanlı'nın ilk anonim şirketi Şirket-i Hayriye 1851de kurulur. Henuz uygun iskele olmadığı için ilk seferlerde uğranılan köyün önünde açıkta duran vapurdan sandallar ile yolcular kıyıya taşınırdı. Köy derken Bebek, Arnavutköy, Istinye köylerinden bahsediyoruz. Günümüzde vapur yanaşmadan iskeleye atlayan zihniyetin o dönemki karşılığı olan sandallar ile vapura tırmanma çabası beraberinde dönemin yandan çarklı vapurlarının anaforuna kapılma tehlikesini getirdi, bu yüzden vapurların iskelesi olmayan yerlerde en yakın yalıya yanaşmasına karar verildi.

Şirket-i Hayriye 1944 yılında Ulaştırma Bakanlığına bağlanarak Deniz Yolları Idaresine geçer. 2005 yılında ise Şehir Hatları işletmesi'nin Istanbul Belediyesine bağlı IDOya geçmesine karar verilir. Üstüne de artık vapurların çok eskidiği ve kaldırılıp yerine deniz otobüsü alınması önerisi gelir. Dışarısında oturulamayan soğuk ülke Norveç malı deniz otobüslerine gelen tepkiler karşısında geri adım atılarak bir anket ile göstermelik bir seçme şansı tanınır. Tabii küçük harf ile yazılanları okursak bu vapurların Türkiye'de değil deniz otobüslerinin alınacağı Norveç'te yaptırılacağını görüyoruz. Alınacak deniz otobüsü derken dilim sürçmedi, çünkü bu yeni vapurlar sadece birkaç hatta işleyecek, kalan hatlar ille de daha az kişiyi daha pahalıya ama daha hızlı taşıyacak deniz otobüsü olacakmış!

Tuesday, July 04, 2006

Içinden gemi geçen bir şehir


Içinde su olmayan bir şehir neye yarar ki. Istanbul yırtılarak ikiye ayrılmış, o kocaman yırtık da bir daha dikiş tutmamıştır der Elif Şafak Şehrin Aynaları'nda. 15 Kasım 1979da bütün Istanbul'u uyandıran ses ise yırtılma sesi değil, patlama sesi idi. Içinden gemi geçen şehirde gemi kazaları olağandı belki ama o gece Romen Independenta ve Yunan Evrialy'nin ateşli buluşması günlerce izlenecekti. O zamanlar daha yüksek binalarca kapanmamış minik bir aralıktan boğazı ucundan izleyen evimizden bile görünüyordu alevler.

Henuz bir yaşında olan Independenta o zamanlar ambargo altında olmayan Libya'dan doldurduğu 94600 ton petrol ile Köstence yolundadır. Haydarpaşa açıklarında kılavuz kaptan beklerken karşıdan gelen Zhdanov limanından yüklendiği 7400 ton çelik ile boğazdan çıkmakta olan Evrialy ile çarpışır. Bir ay süren yangın ve 7 ay süren dava sonunda Evrialy'nin kaptanı ihmalden suçlu bulunur, ama 20 aylık cezası dava boyunca Sağmalcılar cezaevindeki iyi hali yüzünden 850 dolar ağır (!) para cezasına çevrilir. Evrialy Tuzla'da 6 yıl yattıktan sonra açık arttırma ile satılır. Independenta'nın kalıntıları ise yıllarca Haydarpaşa önlerinde kalır, 1983 yılında enkazı kaldırmaya başlayan şirket ise iflas ederek Independenta gibi batar. 1986 yılında tekrar ihale açılır ve kazadan 7 yıl sonra enkaz kaldırılır. Independenta ve Evrialy son kez Aliağa söküm tesislerinde buluşurlar.


14 Kasım 1991de ise Filipinler bandıralı Madonna Lily Lübnan bandıralı Rabinion 18 gemisine çarpar. Bu sefer 95000 ton petrol değil ama 22000 tane koyun dökülür boğaza. Baba Bush'un körfez savaşı haberlerini ve Tomahawk füzelerini izler televizyonlarında insanlar, koyunları kimse duymaz. 91 yılının benim için savaştan ve koyunlardan daha önemli bir yanı var, saçlarımı son kez kestirirken çok üzülmüştüm o yıl!

Boğazlar sözleşmesince geçen gemilere izin vermek zorunda olan Türkiye kılavuz kaptan sağlar, ama zorunluluk getiremez. Günümüzde bile geçen gemilerin sadece %50si kılavuz kaptan alır, Türk bandıralı gemilerde bu oran %1e kadar düşer. Güvenliği arttırmak için Independenta kazasına kadar uygulanan ve boğazın yapısına daha uygun ama iki noktada çapraz geçiş yapılması gerekilen soldan trafik uygulamasından vazgeçilir ve sağdan trafik uygulaması başlar. 1994 yılında ise yeni bir Boğazlar Geçiş Yönetmeliği hazırlanır, ayırım şeritlerine uymayacak büyüklükte gemilerin geçişi sırasında boğaz trafiğe kapatılmaya başlar. 2003 yılında ise Gemi Trafik Hizmetleri (vts) sistemi devreye girer, gemi geçişleri artık radar ve video ile izlenilirmektedir.

Levent Kırca'nın yalıya giren gemi skecinin artık arşive kalkmasının zamanı gelmişti zaten bana sorarsanız.